21 Mart 2009 Cumartesi

İkinci Dünya Savaşı - Roosevelt..


Efendim arayı biraz soğuttuk, kusura bakmayın. Şimdi muhtemelen en son ne yazdığımı bile hayal meyal hatırlıyorsunuzdur. Hatırlatayım. Winston Churchill'den bahsettik. Acıların çocuğu diktatörlerden sonra, Lord çocuğu bir tikinin hayatına göz attık. Bugün yine tuzu kuru bir liderle, savaş öncesi liderler turunu noktalamak istiyorum: Franklin Delano Roosevelt.

Dediğimiz gibi, Winston gibi bu da şanslı doğanlardan. "Roosevelt Ailesi", Amerika'da tanınan sosyetik bir aile. Hâtta Eda Taşpınar tadında sosyetik bir kızları da var, Eleanor Roosevelt. İşte bu Eleanor; Franklin'in beşinci dereceden kuzeni. Aynı zamanda da karısı. Çarpık ilişkiler. Ayrıca, Eleanor'un emmisi Theodore Roosevelt de, 1901-1909 yılları arası Amerikan Başkanlığını yapmış bir insan. Yaa. Kafanız karıştı değil mi. 

Franklin de bu Hollanda göçmeni ailenin bir ferdi olarak, 1882 yılında dünyaya geldi. Dedik ya para bok, çok rahat bir çocukluk geçirdi. Action Man'i, Lego'su eksik kalmadı. "Aa çok ucuz turlar var ya." diye düşünen ailesi, ona daha küçük yaşta bütün Avrupa'yı gezdirdi, yeni kültürler gösterdi.

Okul çağı gelincce, Franklin'i de yatılı bir okula yolladılar. Akıllı uslu bir çocuktu. ÖSS dönemine gelindiğinde Roosevelt ailesi bütün olanaklarını seferber etti; özel hocasından yaşam koçuna, en güzel dersanesine kadar gereken her şeyi sağladı. Tabii öküze bile bu kadar olanak versen, o da kazanır. Franklin de Harvard'a kapağı attı. O sıralarda akrabası Theodore da başkan olunca, havasından geçilmedi bunun. Okulda sürekli "Olm Franklin başkanın akrabasıymış." lafları yayıldı durdu. Arkadaşları KYK yurtlarında sürünürken, Franklin malikânelerde yaşıyordu. Zorluk nedir bilmedi. Harvard'ı bitirince de önce Columbia'da hukuk okudu, sıkılınca bıraktı Wall Street'te bir tanıdığın bürosuna girdi. Bu dönemlerde kuzeni Eleanor'la tanıştı, "Kuzen de olsak seni seviyorum Eleanor." diyerek alyansı takıverdi kıza. Eş dost desteğiyle New York senatosuna giren Frank, bu dönemde siyasetle de ilgilenmeye başladı.

1914 yılında Birinci Dünya Savaşı patlak verince, her duyarlı Amerikalı gibi o da savaşa gitti tabii. ÖSS zamanlarında kulaktan kulağa dolaşan "Olm Deniz İşletme falan okumak lazım, iki ay çalışıyorsun deli para kazanıyorsun eki eki." söylentileri aklına geldi, bunun üzerine donanmaya girmeye karar verdi. Savaş döneminde iyi çalıştı, güzel ticaretler yaptı, savaşta çorbaya bir tuz da o attı. Zaten aileden gelen şöhretine biraz da kendi ekledi.

Savaş bittikten sonra siyasetle biraz daha ilgilenen Roosevelt, 1920'de başkan yardımcılığına aday oldu, kazanamadı. Bunun üzüntüsüyle eşi dostu alıp tatile çıkan Roosevelt, gergin günler geçirdi. Bu gerginlik ona pahalıya patladı; belden aşağısı felç oldu. (Oha nasıl gerginlikmiş bu di mi.)

Zorlu yıllar geçirdi, hastalığını kabullenmek istemedi. "Ya yok istesem yürürüm ki bakın lan ahh." diye geçen günlerin ardından, 1929 yılında "Eeh skerim hastalığını sıkıldım lan." diyen Roosevelt, siyasete geri döndü. New York valiliğine aday oldu. Mâlum sakat adam, insanlar da kıyamayıp oy verince kazandı seçimi. Üç sene süren valilik döneminde, en kral dostluklarını kurdu. Daha sonra birlikte çalışacağı adamları orada seçti. Üç senenin sonunda iyice güçlü bir ekip kuran Roosevelt, 1932 seçimlerinde başkanlığa aday oldu. Sonunda da zorlu seçim maratonundan galip çıktı. Amerika'nın ilk engelli başkanı oldu.

Artık savaş başlayabilir.

s.

13 Mart 2009 Cuma

İkinci Dünya Savaşı - Churchill..


Merhabalar. Geçen dersimizde Rus cephesine bir göz atmış; Lenin'in ölümünün ardından Stalin'in nasıl SSCB'nin başına geçtiğini anlatmaya çalışmıştık. Bugün ise kameralarımızı Britanya adasına çeviriyor, "Müttefik Devletler"in bir diğer saygı değer devletinin liderinden bahsediyoruz: Winston Churchill.

Efendim bundan önce tanıdığımız üç liderinkinden oldukça farklı bir hayat hikâyesiyle karşı karşıyayız. Bu kez Hitler, Mussolini ve Stalin gibi hayata 1-0 yenik başlamış, kaderin sillesini yemiş bir lider yok. Spencer-Churchill aşiretinden gelen, 1874 yılında her zamanki gibi yağmurlu bir İngiltere sonbaharında doğmuş, Lord çocuğu bir başbakan var karşımızda. Dediğimiz gibi, babası İngiltere'de Lord, çevresi oldukça geniş. Anne desek, iyi aile çocuğu, İngiltere'nin en zengin adamlarından birinin kızı. Kısacası, şanslı doğanlardan Churchill. 

Bilirsiniz, zengin çocukları biraz şımarık oluyor. Churchill de küçükken yatılı okulda okuyordu ve okulda "zengin piçi" olarak anılan, pislik bir çocuktu. iPhone'uyla, son model Audi arabasıyla, üstünden çıkartmadığı Adidas eşofmanlarıyla; tam bir zengin piçiydi. Durmadan sorun çıkarıyor, derslerini dinlemiyor, ailesini bıktırıyordu. "Bu soytarının aklını başına getirmek lazım. Lord'um lan ben, benim çocuğum olacak adam mı bu deyyus." diye düşünen babası da, disiplin kazanması için parayı bastırıp Winston'u Kraliyet Harp Okulu'na yazdırdı.

Yan gelip yatarak yaşamaya alışmış Winston, ordunun şap atılmış tabldotlarını yiyince gerçek dünyayla yüzleşti tabii. Yaşam şartlarının değişmesi yetmezmiş gibi,Güney Afrika'ya sömürge savaşına gönderildi. Acılı günlerdi bunlar Churchill için. Mümkün olduğunca savaşa katılmamaya çalışıyor, çadırda oturup kulağında kulaklık müzik dinliyordu. "Aman eşofmanıma çamur gelmesin.", "Ay çok sıcak, Afrika sıcakları geldi." diye trip atarak savaşı bitiremeyeceğini anladı. Çıkıp erkek gibi savaşmaya kalkınca da, esir düştü. İşler kötü gidiyordu; ancak esir kampındaki üç beş arkadaşıyla nöbetçileri punduna getirip kaçmayı başaran Churchill, ülkede ses getirdi. Zaten babasının ününden ötürü gazetelerin ikinci sayfalarındaki "Lord'un oğlu gece kulübünde görüldü." haberleriyle tanınan Churchill, milli kahraman ilan edildi.

Bu kolpa kahramanlık hikâyesi, Churchill'e çok kapılar açtı. Önce babasının izinden gidip "Milletvekili olayım en iyisi, yatarak kaç milyar maaş alıyorlar eki eki." diye düşündü, Muhafazakar Parti'den mebus seçildi. Bu planını başarıyla gerçekleştiren Winston, 1911 yılına gelindiğinde Liberal Parti'de "Denizcilik Bakanı" olmuştu. Yavaş yavaş aklı başına geliyor, tiki Winston olmaktan çıkıp iyi bir politikacı olma yolunda gidiyordu.

Denizcilik Bakanlığı pek Winston'a göre değildi. Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale'de izlediği "Ya hacı bak sadece gemiyle gidelim bu savaşı kazanırız, sen gel bana güven. Ya geçen arkadaşım var diyorum sadece donanmayla." politikası; İngilizler'in Çanakkale'yi "geçememesiyle" sonuçlandı. Hâl böyle olunca, gazetelerde "Churchill istifa.", "Şerefsiz bakan." manşetleri peydah oldu. Baskılara dayanamayan Winston, tiki karakterini ortaya çıkararak "Dayanamıyorum ya dayanamıyorum böhhühü." diye istifa etti. 

Dediğimiz gibi, arkası sağlam Churchill'in. Bu yüzden yaşadığı utanç verici bakanlık serüvenine rağmen; Lordlar kamarasındaki sağlam tanıdıklarının desteğiyle tekrar Muhafazakar Parti'ye girdi, Maliye bakanı oldu. Tabii gençliğini Starbucks'ta dünyanın parasına kahveler içerek geçiren birine, "Al bu ülkenin maliyesiyle sen ilgilen." demek akıllıca bir seçim mi tartışılır. Her neyse, bundan sonraki yıllarında bakanlıklarla, vekilliklerle şahane bir yaşam süren Winston; sene 1940'ı gösterdiğinde başbakan Chamberlein'in emekli olmasıyla hayatında yeni bir döneme giriyordu. Başbakan o oldu. Tam da o dönemlerde patlak veren İkinci Dünya Savaşı'na, İngiltere Winston Churchill önderliğinde girecekti.

Efendim savaşa giden yolda önümüzde bir ülke, bir lider kaldı. Tahmin edersiniz ki; "Süper güç"ten, Amerika'dan bahsediyorum. Franklin Roosevelt yakında sizlerle.

s.

11 Mart 2009 Çarşamba

İkinci Dünya Savaşı - Stalin..


Hatırlarsanız Almanya ve İtalya'nın, İkinci Dünya Savaşı'nın kardeş iki ülkesinin, it-kopuk diktatörleri Hitler ve Mussolini'yi tanıdık bundan önceki yazılarda. Bugün ise biraz karşı tarafa göz atalım, Josef Stalin'den bahsedelim.

Efendim Stalin 1879 Gürcistan doğumludur, komşumuz sayılır. Zaten tipi itibarıyla SSCB liderinden ziyade yazlık bölgelerdeki rakıcı amcalara benzemektedir. Anası babası gariban insanlardır. Babası "Stalin Kundura"nın sahibi, annesi ise ev hanımıdır.

Stalin okul hayatında bundan önce bahsettiğimiz soytarılar gibi değildi, derslerinde başarılıydı. Tek problemi okulda eğitim dilinin Rusça olmasıydı, çünkü dediğimiz gibi kendisi aslen Gürcü idi ve anadili de Gürcüceydi. "Abi Rusça iyi güzel, hocanın dediklerini de anlıyorum. Ama bir türlü konuşamıyorum." demecinden de anlaşılabileceği gibi, derslerdeki başarısını okuldaki sosyal hayatında bir türlü gösteremedi Stalin. Ailesinin "Yavrum yabani gibi durmasana git arkadaş ol sınıftakilerle." gazlamalarına rağmen, içine kapanık bir çocuk olarak sürdürdü eğitimini. Arkadaşları her gün Rus'a giderken; o dersleriyle ilgilendi.

"Bu öküzden bir şey olmaz, bari dinimizi öğrensin." diye düşünen ailesi de; Josef'i genç yaşta İlahiyat Fakültesi'ne yollamıştır. Oysaki Stalin'in içinde bambaşka fırtınlar kopuyordu o dönemler. Kendisi okul sıralarında boşa vakit geçirmemiş, durmadan okumuştu. Okuduklarının doğrultusunda da "Çarlık ne abi. Hangi devirde yaşıyoruz." sonucuna varmıştı. Bu yüzdendir ki sürekli internetten devrimci arkadaşlar ediniyor, sosyal hayatta gösteremediği başarıyı sanal alemde gösteriyordu.

Josef'in bu çabaları iyiydi hoştu da, okul yönetimi öyle düşünmüyordu tabii. Bir gün okul kantininde netten tanıştığı "Rusya Yurtsever Cephe" üyesi öğrencilerle çay içerken yakalanınca, Stalin'e tasdiknameyi verdiler. Tabii ki bu onun mücadelesini sona erdirmedi. Arkadaşlarıyla hemen her gün toplanıp çay içerek "Ne yapabiliriz abi.", "Dergi çıkaralım." gibi düşünceler üretti. Nitekim uyguladı da. Yine günlerden bir gün, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi - Moskova İl Başkanlığı'nda batak oynarken; polis baskanıyla içeri tıkıldı.

Hapislerle, sürgünlerle, çayla, batakla geçen günlerin ardından; devrimci hareketlerin elebaşı Lenin tarafından "Kimmiş bu gayretli çocuk bakalım." düşüncesiyle ofise çağırıldı. Lenin'le samimiyeti ilerleten Stalin, parti kendi içinde ikiye bölününce de onun tarafında, bolşeviklerle birlikte yer aldı.

Bu iç bayıltıcı kısımları kısa kesiyoruz, sadede geliyoruz. 1917 yılında Lenin önderliğindeki bolşevik gençler sonunda isyan bayrağını çekti ve radyodan "Yüce Rus Milletinin dikkatine. Çarlık rejimini yıktık, artık biz varız, haberiniz olsun." anonsunu yaparak "Ekim Devrimi"ni gerçekleştirdi. Böylece uzun yıllar sürecek bir sosyalist devlet, SSCB, kurulmuş oldu.

Devrimde önemli roller oynayan Josef, işin kaymağını da bir güzel yedi tabii. Yeni hükümette çılgın makamlar aldı. 1924 yılında Rusya'nın pis soğuğuna daha fazla dayanamayan Lenin, son demlerini yaşamaya başlayınca; "Stalin gelecekmiş hacı yerine." dedikoduları oldukça yayıldı. Bu sırada beklenmeyen bir gelişme oldu, gidici olduğunu anlayan Lenin, vasiyetinde "Stalin'den cacık olmaz. Önce o soytarı gibi bıyıklarını kessin." şeklinde atıp tuttu. Bu durum pek çok kişi tarafından Lenin'in o dönem kafasının hastalık nedeniyle bir buçuk milyon oluşuna bağlandı. Bunun üzerine Stalin, parti üyelerine "Beyler tamam ya sorun değil. Tamam yani ben giderim gerçekten kızmadım ya." diye bir güzel blöf yaptı. "Aa yok yok tamam ya, yanlış yazmıştır Lenin." diye Josef'i teselli eden parti üyeleri; onu Komünist Parti'nin, yani SSCB'nin başına taşıdı.

Stalin'in hikâyesi de böyle. Gelecek yazıda Müttefik'lerden devam. Savaş? Az kaldı ona da, az kaldı.

s.

9 Mart 2009 Pazartesi

İkinci Dünya Savaşı - Mussolini..


Efendim biliyorsunuz bir önceki yazımızda acıların çocuğu Hitler'in Alman halkını bir güzel kafalayarak "Führer" oluşuna tanık olduk. Hitler'in fantastik Führerlik serüvenine geçmeden önce kısa bir ara veriyoruz. Çünkü bu kısımları "Savaş" aşamasında bir güzel göreceğiz. O yüzden bugün "Faşizm ne de güzeldir." akımının bir başka temsilcisinden, oldukça özenti bir temsilcisinden bahsedeceğiz: Benito Mussolini.

Efendim Mussolini'nin hayat hikâyesi de tıpkı Adolf'unki gibi badirelerle dolu. Ancak ufak nüanslar var. Açık söylemek gerekirse, Hitler'in delikanlılığı, karakterli yapısı; Mussolini'de pek mevcut değil. Kendisi son derece kaypak bir insan. Eğitim hayatını tam olarak "Zeki ama çalışmıyor, serseri." cümlesiyle özetleyebiliriz. Kantinde küçükleri ezen, alt dönemlerin topunu alıp vermeyen, kısacası küçüklükten şerefsizlik tohumlarını bünyesinde barındıran bir insan Mussolini.1901 yılında güç bela okulunu bitiren Mussolini, ailesinin "Yavrııım bulaşma sen öyle şeylere, derslerinle ilgilen." öğütlerine rağmen eğitim hayatı boyunca siyasetle ilgilendi. Ancak açıkçası kafası pek basmıyordu böyle şeylere. Kim ne derse inanıyor, bir gün ülkü ocağında çay içerken ertesi gün sol görüşlü öğrencilerle bildiri dağıtıyordu. Böyle kolpa bir insandı kendisi maalesef. Okulunu bitirir bitirmez eve gelen tebligatla askere gitmesi gerektiğini öğrenen ve götü uçuklayan Mussolini, İsviçre'ye uçmuş, itliklerine orada da devam etmiştir.
İsviçre'de tutunamayıp memlekete dönen Benito, sosyalist bir gazetede, eş dost torpiliyle köşe yazarı olmayı başarmıştır. "Kahrolsun kapitalizm.", "Ne ABD ne AB, tam bağımsız İtalya." tadında yazılarıyla çizgisini belli eden Mussolini; sene 1914'ü gösterip de Birinci Dünya Savaşı başlayınca vatan sevgisiyle orduya yazılmaktan kendini alamamıştır.

Dedik ya, kaypak bir insan Benito. Askerde milliyetçi duyguları fazla gelişince, kafa yapısı da tamamen değişti. Askerde topuklarına sıkılınca Milano'ya geri dönüp, bu kez de "Vakit" tadında bir gazetede editörlük yapmaya başladı. Üç gün önce "Yaşasın devrim ve sosyalizm!" sloganlarıyla sokaklarda çığıran Benito gitti, yerine "Faşizm süper bir şey.", "Orhan Pamuk akıllı olsun." naraları atan bir insan geldi. Bu sırada daha karizmatik görünmek adına "Mussolini ne lan godoş gibi, 'Il Duce' olsun benim lakabım." diye düşünerek, bu lakabı benimsedi.

Efendim gazete köşelerine sığmayan faşizm sevgisiyle çılgın atan Duce, "Faşist Partisi" adında son derece net bir parti kurarak siyaset arenasına fırtına gibi girdi. Birinci Dünya Savaşı'nın yaralarını sarmaya çalışan İtalya'da, bir de "Kara gömlekliler" diye bir çete kurup komünistlerle taşlı sopalı kavgalara girerek ülkeyi iyice kaosa sürükledi. Kısacası kaypak maypak desek de, az zamanda büyük işler başardı Benito "Duce" Mussolini.

1922 yılının Ekim ayında, Mussolini cumhurbaşkanlığı köşkünün önüne gelerek birtakım taşkınlıklar yapmaya başladı. "Başkan akıllı ol, arkamda otuz bin faşist var yıkarız bu şehri." şeklinde tehditler savuran Mussolini, etrafa korku saldı. Bu baskılara dayanamayan cumhurbaşkanı da sonunda sıkılarak "Off tamam kur hükümeti ne bok yersen ye ya." diyerek başından saldı bizimkini. 29 Ekim 1922 tarihi itibarıyla, 39 yaşında başbakan olarak önemli bir iş yaptı.

Bu aşamadan sonra yaptıkları, Hitler'in siyasi kariyeriyle oldukça benzeşiyor. Tıpkı Hitler gibi varoşlardan en tepeye gelen, "Abi bedelli çıkar mı acaba :((" diye İsviçre'lere kaçan bir ezikken başbakanlık koltuğuna tırmanan Mussolini de; tahmin edersiniz ki biraz şımarmıştır. Hemen işçi sendikalarını kapatmış, gazete ve dergilere fantastik sansürler koymuş, Youtube'u kapatmış ve "Faşist Partisi'nden başka bir parti olmasına bence hiç gerek yok." maddesini anayasaya ekletmiştir. Kısacası, o da bir nevi "Führer" olmuştur İtalyan halkına.

Efendim Mussolini'nin hikâyesi de böyle işte. İkinci Dünya Savaşı'nın taraflarından "Mihver Devletleri"nin en önemli ikisinin liderlerini savaş öncesi gözlemlemiş olduk. Bundan sonra isterseniz biraz da "Müttefik Devletler"i tanıyalım. Sonra da bunlara bir güzel savaşçılık oynatırız. 

Yakında Stalin sizlerle olacak, esen kalın.

s.

8 Mart 2009 Pazar

İkinci Dünya Savaşı - Hitler: Part II..


Tezkeresini alan ve "Oh be askerliği de aradan çıkardık hacı." tribine giren Adolf'un, siyasete merak saldığını söylemiştik. Terhis edilmesinin akabinde öncelikle sokaklarda turlayıp internet cafe'lerde pornoya giren Hitler, daha sonra kendi kafa yapısına uygun bir parti seçip Alman halkına hizmet etmeyi düşünüyordu. Bu amacına da tertiplerinden birinin kurduğu İşçi Partisi'ne girerek ulaştı sayılır. Partide "Bu çocuk resim çiziyormuş, çok sessiz hiç konuşmuyor." imajıyla büyük sükse yapan Hitler, kısa sürede partinin göz bebeği oldu. E mâlum Koç burcu kendisi, lider ruhlu bir insan. Bunu da güzel değerlendirince, kısa süre içinde partinin başkanlığına geldi.

Sanayii sitelerinde, er gazinolarında geçen bir ömrün ardından kısa sürede böyle bir mevkiiye gelmek insanın bir taraflarını kaldırıyor haliyle. Başkanlık koltuğuna oturunca çılgın atan Hitler de, o anki gazla partinin adını değiştirip, "Sosyalist Alman İşçi Partisi" gibi fantastik bir isim koydu. Kısaca Nazi Partisi diyoruz biz buna. O gazla parti programını da değiştirdi tabii. Parti tüzüğüne "Almanlık ne güzel.", "Yahudilik çok iğrenç bir şey." tarzında maddeleri de ekleyerek, gençliğinde yediği yahudi kazıklarının acısını çıkarıyordu bir nevi. Gençliğinde gazete-dergi karıştırırken gördüğü gamalı haç şeklini de çok sevmiş, dost meclislerinde "Abi çok güzel değil mi bunu dövme yaptırmak istiyorum çok güzel olur." diye konuşup durmuştu. Gamalı haç'ı da parti logosu yapınca, değmeyin Adolf'un keyfine.

Siyaset arenasına Cem Uzan gibi hızlı bir giriş yapan Hitler, arkadaşının gazetesini de parti yayın organı olarak Star Gazetesi tadında kullanınca adı sanı duyulmaya başlandı tabii. Gazı iyice alan Hitler orada burda "Başbakan şöyledir.", "Hükümet böyledir." diye atıp tutmaya başladı. Bununla da yetinmemiş, alkollü bir günün gecesinde partiden arkadaşlarını da toplayarak hükümet önüne yürüyerek "İnin lan aşağı.", "Hepiniz topsunuz olm." sloganları atarak taşkınlığın dibine vurmuştur. Bu olay tarihe "Birahane Darbesi" olarak geçmiştir alkolün de tesiri düşünülerek. Aynı gece polislerden copu yiyip nezarete tıkılan Hitler, yaklaşık bir yılı koğuşta geçirdi. Boş zamanlarda hapishane bahçesinde voleybol oynayan, boncuklarla tesbih yapan Hitler; "Kavgam" kitabını da bu dönemde yazdı. Kitabın içeriğini yine "Hacı Almanlık gibi güzel şey mi var ya. Yavşak yahudiler, hiç sevmiyorum bir türlü ısınamadım." olarak özetleyebiliriz. Kısacası, yahudilere kafayı takmıştır Hitler.

Hapisten çıkar çıkmaz parti rozetini göğsüne takan Hitler, 1929 yılına kadar Doğu Perinçek gibi "Tek başımıza iktidara geleceğiz!!1!!1" demeçleri vermesine rağmen üç-beş oyu geçememiştir. 1929 yılında Almanya'yı teğet geçmeyen ekonomik krizin ardından halk "Yeaa bunları seçtik de ne oldu, biraz da bu yesin." mantalitesiyle Hitler'in oy oranını oldukça yükseltti. Neyse efendim bu bol rakamlı sıkıcı kısımları geçelim. Seçim meydanlarında coştukça coşan, mazlumun yanında yer alacağını söyleyen, "Durduramazsınız, Almanya geliyor!" diye haykıran Hitler; 1933 senesine gelince cumhurbaşkanını da kafalayıp Nazi Partisi'ni iktidara taşımayı başardı.

Efendim Almanya'da Reichstag vardır. Almanya Büyük Millet Meclisi diye nitelendirebileceğimiz bir yer. İktidara gelince gözü dönen, sanayiide egzoz kapağı değiştirdiği günleri hemen unutan Hitler; büyük bir öküzlükle burayı gizlice yaktırmış, ertesi gün de Alman halkına "Canlar burası mundar oldu artık, gelin burayı kapatalım." açıklamasını yaparak kapattırmıştır. Daha sonra da "Beyler yeni parti kurmak yasak.", "Seçim yapmayalım hiç gerek yok." gibi maddeleri de alkolik Almanlara kaşla göz arasında yutturmuştur.

İktidara gelir gelmez "Bu alemlerin kralı benim." ilkesini halka benimseten Adolf; askerdeki lavuk muhabbetleriyle girdiği siyaset aleminde kısa sürede "Führer" olmayı başardı. Artık ülke onun malı sayılabilirdi. İçindeki yahudilerle birlikte.

s.

İkinci Dünya Savaşı - Hitler: Part I..

Efendim merhabalar. Tarihin tozlu sayfalarındaki uzun yolculuğumuza bugün başlıyoruz. Nereden başlıyoruz peki? "LİSE 1 TARİH", "LİSE 2 TARİH" gibi kitaplarda gördüğümüz yerleri bir kenara bırakıyoruz, sonrasına göz atıyoruz. Bunun için de başlangıcı İkinci Dünya Savaşı olarak belirlemeyi uygun gördüm.

Ansiklopedilere bir göz atarsanız görürsünüz, "İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıcı, Almanya'nın Polonya'ya saldırdığı 1 Eylül 1939 tarihi olarak kabul edilir." ibaresi yer alır. Hemen altında da "Ya tabii hesapta öyle de, bu kadar basit değil her şey ya :))" gibisinden bir not düşülmüştür. Doğrudur. Çünkü İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasının en büyük ve temel nedeni, Adolf Hitler adındaki delikanlının Viyana Güzel Sanatlar Akademisi'nin yetenek sınavları için torpil bulamamış olmasıdır.

Ortaokul-Lise çağlarında, ergenliği iliklerine kadar hisseden Hitler, ailesiyle büyük sorunlar yaşıyordu. Dersle mersle ilgisi yoktu. Hâl böyle olunca, veli toplantılarında hocalarından "Bundan bir bok olmaz.", "Zeki ama çalışmıyor." gibi sitemkâr tepkiler geliyordu. Ailesi Hitler'in memur olup sakin bir yaşam sürmesini, emekliliğinde rahat etmesini istiyordu. Ancak tahmin edersiniz ki Hitler bu isteklere karşı çıkıyor, ergen sesiyle "Bana ne lan ben ressam olucam. Okumayacağım ben evde oturucam." diye anırıyordu. "Ya sen hobi olarak gene resim yap, yapma demiyorum." diyen babasıyla anlaşamayan Hitler, kendi bildiğini okuyor, yetenek sınavlarına girmek için durmadan çiziyordu.

Bu sanatçılar çılgın oluyor bilirsiniz. O dönemde de Güzel Sanatlar'a kasan gençlerde saç uzatma, piercing takma gibi eylemler yaygındı. Hitler marjinalliğini bu noktada da gösterdi ve bıyık bıraktı. Ama bildiğiniz bıyıklardan değil. Burun deliklerinin ortasından üst dudağın ortasına kadar kalın bir çizgi halinde uzanan, bildiğiniz Hitler bıyığıydı işte. Bu şekilde yeni bir tarz yakalamak isteyen Hitler, ne yazık ki bu emelinde başarılı olamadı. Başarılı olamadığı tek alan bu değildi. Bütün sene ÖSS'den fedakârlık ederek resim çizmesine rağmen, yetenek sınavında da istediği başarıyı elde edemedi. Bu Hitler için büyük bir yıkım oldu. Sağda solda "Lan yanımdaki çöp adam çizdi girdi yemin ediyorum.", "Burada her şey torpille dönüyor, bütün yahudiler girdi mnskym." şeklinde demeçler verdi. O sıralarda rahmetli olan babasının istediği gibi artık "hobi olarak" resim yapacak, doğru dürüst bir iş güç sahibi olacaktı ilerleyen zamanlarda...

Hitler için zor günler başlamıştı. Anasına bakmak için Viyana Sanayii Sitesi'nde kalfalık yapıyor, diğer zamanlarında da odasına kapanıp kitap okuyordu. Gerek hayat tecrübelerinden, gerekse okuduğu kitaplardan şu sonuca varıyordu: "Almanya'da her şey torpille işliyor.". Bu torpilin de genelde zengin yahudi bebelerinin lehine işlediğini düşünüyordu. "Kavgam" adlı kitabında bu düşüncesini açıkça gözlemleyebiliyoruz: "Almanya'da bütün işler torpille dönüyor. İsmim Adolf değil de 'Aaron', 'Abraham' falan olsaydı şimdi bütün kapılar bana açılmıştı. Bu vatanın öz evlatlarına değer vermeden bir yere varamayız. Bundesliga'ya da 6 yahudi oyuncu sınırlaması getrilmeli. Kısacası ne mutlu Alman'ım diyene."

O sıralarda anası da ölünce, Hitler'e iki yerden maaş gelmeye başlamıştı. Keyfi yerindeydi. Bir süre daha "Yahudiler şöyle kötü böyle kötü." diye doldurdu kafasını okuduğu kitaplarla. Yaş oldu 25. Askerlik çağı geldi tabii artık. Dünyada da en pis zamanlar, Birinci Dünya Savaşı yapılıyor. Baba parası yiyen, Açıköğretim'e bile girememiş olan Hitler de orduya çağrılıyor haliyle. Başlarda "Yeaa abi ben sanatçı adamım, askere falan gitmem. Anti -Militaristim abi ben. İnsan öldürmeye mi gidicez abii." diye öten Adolf, hazıra dağ dayanmayınca "Lan para yok pul yok, gideyim en iyisi hem spor olur hem bana da bir meşgale olur." diye düşünerek direnmekten vazgeçti, terminalde arkadaşlarının "En büyük asker bizim asker!" sloganlarıyla askere uğurlandı.

Dört sene süren askerlik Hitler'e yaradı. Her ne kadar savaşta Almanya kaybetse de, Hitler bu dönemde çok güzel dostluklar kurdu, "Tertibim" diye hitap edeceği pek çok askerlik arkadaşına, çılgın askerlik anılarına sahip oldu. Tabii sadece makara yaparak, lavuk muhabbetleri çevirerek bitirmedi askerliği. Bunun yanında siyasetle ilgilenmeye başladı. Akşamları er gazinosunda arkadaşlarıyla oturuyor, haberleri izleyerek gündemi yakından takip ediyordu. Bu ilgi zamanla iyice büyüdü. Almanya'da dönen dolaplardan, kapalı kapılar ardındaki gerçeklerden haberdar hâle geldi.

Bu farkındalık, Hitler'in belki de hayatının en önemli kararını almasına yol açtı. Tezkeresini alır almaz, siyasette aktif olarak rol oynayacaktı. Almanya için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdı.

s.

4 Mart 2009 Çarşamba

Pek Yakında..


Efendim merhabalar, nasılsınız? Sizleri yeni diyarlardan selamlıyorum. "Yeni blog açacağım." demecimin gerçeğe dönüşüne şahit olmak, umarım tıpkı benim gibi sizleri de mutlu etmiştir. Yine de iddialı konuşmayalım; bu satırları yazarken, bir sonraki yazımızın konusunu henüz ben bile bilmiyorum çünkü.

Konusunu bilmiyorum belki ama, en azından kafamda belirli bir konsept var. Nedir bu konsept? "Hafifletilmiş" tarih öyküleri diyelim. Her türlü "tarihi" olay konsept limitlerinin dahilindedir. Tam kavranabilmesi için sanırım bir adet örneğe ihtiyacımız olacak ki yakında göreceksiniz onu da. Bu noktada belirteyim; tarihten hoşlanmıyorsanız da, amacım hoşlanmanızı sağlayabilmek, aklınızda bulunsun.

Tarih öyküleri dediysek, İlber Ortaylı tadı yakalayacağız demedik tabii. Kimse tarihi benden öğrenmeye kalkmasın. Hoş, zaten ne bunu yapacak yeterli bir birikimim, ne de takatim var. Tarih bilgim belki senin kadardır, belki daha da azdır. Yazacağım şeyleri kendim de öğreneceğim yani bir nevi. 

Uzun lafın kısası, ben bir bok yemeye kalkışıyorum ama hadi bakalım. Gönül ister ki bu işin sonunda mahçup olmayalım, güzel şeyler ortaya çıkaralım. Hadi bakalım. "Hafif Tarih" derslerimiz yakında başlayacak. Önerilere her zaman açığız. Esen kalın.

s.